Makaleler > 2007 - Bir ‘Sevgililer Günü’ ardından..

Geçen günlerde, Al Gore’un, ABD eski başkan yardımcısının, küresel ısınmayla ilgili “Uygunsuz Gerçek” isimli belgesel filmi ve Birleşmiş Milletler’in aynı konuda son raporu, ‘kıyamet’in ne denli yakın olduğuna dair bilgileri bütün çıplaklığıyla önümüze taşıdı. ‘Sevgililer Günü’ ayındaydık.

‘Kıyamet’ ve ‘Sevgililer Günü’!

İki birbirine uyumsuz tanımlama.

Ancak bu uyumsuzluğun bize sunduğu olanaktan yararlanarak ‘kıyamet’in gölgesi altında ‘sevgi’ye ne olacak diye sorabiliriz kendimize aslında. Kıyamet’in giderek daha duyumsanabilir ağırlığı altında, yaşanılan ve yaşanılmayı umut edilen ‘sevgi’ler ne yönde etkilenecek?

Öznenin dinamiğiyle bağlantılı olarak değişebilir, dolayısıyla birden fazla yanıtı olan bir soruyu gündeme taşıdığımızın ayırdındayız. Psikanaliz doğrudan öznenin söylemiyle ilgilenir, onu hedef alır diyenler olacaktır elbette. Gerçekten bu kadar basit mi? Gerçeklik öznenin dinamiğini, şu veya bu şekilde, etkilemez mi? Bilinçdışı, gerçek ve somut yoksunluğa kayıtsız mı kalır?

Psikanalizin temellerinde yer almış bir kavrama, yani travma’ya, dönmekte fayda var. Dünyanın, üzerinde yaşadığımız biricik yaşam alanının, geri dönüşümsüz bir şekilde bozulması ve bunun her birimizin yaşamına doğrudan somut yoksunluklar olarak düşecek olması gerçeği, her ne kadar ‘ansızın’ olmasa da, benliğin bilinçdışında uzanan tasarımlama kapasitelerini alabildiğine zorlayacak (travmatik) bir durum yaratıyor.

Bağ, libidinal nesne yatırımı, hazsal doyum, özdeşleşme, olumlu idealizasyon ve süblimasyon gibi hem öznenin ben ve kendilik değerlerini arttıran, hem de bunlar aracılığıyla da grup, topluluk ve toplum yaşantılarına denge sağlayan süreçlerin yazgısıdır söz konusu olan.

Söz konusu yapıcı tasarımlama gücünün (dışarıdan gelen travmatik bir tehditle) ansızın veya süregen şekilde ketlenmesi ya da azalması, iki temel dürtünün (yaşam ve ölüm dürtülerinin) ritmik salınım hızını arttırması anlamına gelecektir Kliniğe yansıyacak (hatta yansıyan) görünüm, dışarıdan bir yineleme kompülsiyonunu çağrıştıracak şekilde, nesne sürekliliğinin kaybolması durumudur.

‘Yeni Dünya’ kaynaklı bağımlılık listeleri (aşk, internet, chat, alışveriş, atıştırma, vesaire) yukarıda söylediklerimize dair ipuçlarını barındırıyor aslında.

Biz buna Eros’un bileşenlerine ayrılması durumu diyebilir miyiz?

Nedir Eros’un bileşenlerinden anladığımız?

Eros, bilindiği üzere, kökeni karanlık bir tanrıdır.

Kimi kaynaklarda Afrodit (cinsel şehvet tanrıçası) ile Ares’in (savaş tanrısının) oğlu olarak karşımıza çıkar. Hesiode’a göre, Eros, kardeşi Gaia (toprak tanrıçası) gibi Kaos’tan kendi kendine bir doğumla oluşmuştur. Platon’da ise Poros’un (bolluk tanrısı) ve Penia’nın (yoksulluk tanrıçası) oğlu olarak önümüze gelir.

Şehvet, saldırganlık, düzensizlik, varlık ve yokluk zıtlık bütünlüğü.

Eros bütün bu bileşenleri Psyche’ye, yani Ruh’a, yönelik aşkında dönüştürerek bütünleştirecek, bütünleştirerek dönüştürecek ve bir bağ oluşturacaktır.

Bağı ve dolayısıyla bağlanılan nesnenin bütünlüklü sürekliliğini anlamsız kılacak her türden travmatik yaşantı, süregen yıkıcı bir bağ çözümü sürecini tetikler.

Bu sürecin içinde öfkeli ve şiddetsever tutum ve davranışları, kendiliğin ve nesneler dünyasının anlam yitimini, acıyı dindirmek için eyleme geçirilmiş (yıkıcı) anlık haz arayışlarını ve tüm bunların yanında/ardında, bir arka fonda, yavaş yavaş mayalanan melankoliyi buluruz sıklıkla.

Bu bağlamda, içsel huzurlarımızın dışsal huzurların ve dışsal huzurların da içsel huzurlarımızın güvencesi olduğunu unutmadan, sevgilerimizin tadını doya doya yaşayacağımız ve yaşatabileceğimiz g&¨venlikli günlerin çoklukta olması dileklerimizle.

Mart 2007
Fatih F.KARAMAN

¨